Son yıllarda Avrupa ve Avustralya’da yapılan araştırmalar, toplumlarda ırkçılıkla karşılaşma oranlarının endişe verici düzeyde arttığını ortaya koyuyor. Özellikle Birleşik Krallık ve ABD kaynaklı raporlarda belirtilen veriler, bu sorunun yalnızca bireysel bir bakış açısına değil, aynı zamanda toplumsal yapılar ve kültürel eğilimler bağlamında da ele alınması gerektiğini gösteriyor. Irkçılığın ana kaynağı konusunda ise bilimsel çevrelerde uzun süredir devam eden tartışmalar var. Peki, bu tutumlar biyolojik temellere mi dayanıyor yoksa yalnızca çevresel faktörlerin etkisiyle mi ortaya çıkıyor?
Bilim insanlarının bu konudaki ilk önerisi, ırkçılığın doğuştan gelen bir dürtü değil, öğrenilmiş bir davranış olduğu yönünde. İnsan beyni, farklılıkları algılama ve bu farklılıklara anlam yükleme üzerine çalışır. Ancak, bu algılama mekanizmasının doğal ayrım yetisi bir noktada toplumsal normlarla birleşerek önyargılara dönüşebilir. Çocukluk dönemindeki çevresel etkiler, ebeveynlerin ve toplumun bireye dayattığı normlar, genellikle ırkçılığın filizlendiği yer olarak görülüyor. Üniversitesi psikoloji profesörlerinden Dr. Helen James, ‘Önyargılar doğumla başlamaz, ancak öğrenme süreciyle hızla gelişir’ diyerek, çevrenin bu davranışların şekillenmesindeki etkisini vurguluyor.
Öte yandan, bazı araştırmacılar ise ırkçılığın en azından belli bir kısmının biyolojik bir temelinin olabileceğini savunuyor. Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, insan beynindeki ‘amigdala’ adı verilen bölgenin, farklı gruplardan insanlar arasında gerçekleştirilen sosyal etkileşimler sırasında aktif hale geldiği gösterildi. Ancak uzmanlar, bu nörolojik tepkinin doğrudan ırkçılık anlamına gelmediğini, aksine beynin bilinmeze karşı verdiği doğal bir yanıt olduğunu belirtiyor. Sosyal ve psikolojik normların müdahaleleri olmadan bu tepkilerin önyargıya dönüşmesi pek mümkün görünmüyor.
Konuya farklı bir perspektiften yaklaşan bir diğer görüş ise ırkçılığın bir tür psikolojik rahatsızlık olarak değerlendirilebileceği yönünde. Psikologların çalışmaları, aşırı ırkçı eğilim gösteren bireylerde genellikle düşük özsaygı, geçmiş travmalar ya da başka kişilik bozukluklarına rastlandığını belirtiyor. Irkçılık üzerinden kişinin kendisini yüceltme çabası, aslında bireyin içsel problemlerinin dışa vurumu olarak yorumlanabiliyor. Araştırmalar, özellikle travmatik geçmişe sahip bireylerin savunmacı ve ötekileştirici davranışlara daha yatkın olduğunu ortaya koyuyor.
Tüm bu bulgular, ırkçılığın tek bir nedenden kaynaklanmadığını; genetik yatkınlıklar, çevresel faktörler ve kişisel psikolojik durumların karmaşık bir birleşimi olarak ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Ancak, çözüm yolları konusunda uzmanların ortak görüşü yine öğrenilmiş davranışların geri çevrilebilmesi üzerine odaklanıyor. Toplumsal farkındalık kampanyaları, doğru eğitim modelleri ve empati duygusunun gelişimini destekleyen yaklaşımlar, ırkçılığın uzun vadede önüne geçmek için atılacak önemli adımlar arasında yer alıyor. Elbette bireysel farkındalık da bu noktada belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkıyor.